Söyleşi: Gamze Nokay
Başlarken sizin gibi doğa aşığı birinin nasıl bir çocukluk geçirdiğini merak ediyorum. Diğer canlılarla ve doğayla kurduğunuz ilk ilişki nasıldı? Gözünüzü doğanın içinde mi açtınız?
Sanılanın aksine gözümü doğanın içinde açmadım. Ben Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde doğdum; önce Sıhhiye sonra Çankaya’da yaşadık. Tam bir apartman çocuğu olarak Ankara’da ilk yıllarımı geçirdim. Hatta hafızamdaki ilk hayvan siyah beyaz TV’deki ayı Ben’di. Ayı Ben, Ankara Çankaya’daki evimizde, 1974-75 yıllarında, yani henüz 4 yaşlarındayken tanıştığım; haftalık bir Amerikan dizisinde milli park bekçisinin ayı arkadaşıydı. Annemin söylediğine göre beni en kolay beslemenin yolu ayı Ben’i izlerken yemek yedirmekmiş. O esnada tamamen ona odaklanır yediğimin farkına bile varmazmışım.
Apartman dairesinden doğaya uzanışınız nasıl oldu?
Ankara günlerinden sonra yaklaşık 4-5 ay anneannemin İstanbul, Küçükyalı’daki bahçeli evinde yaşadık. O bahçe benim ağaçlarla, bitkilerle çok daha yakın ilişki kurduğum ilk yerdir. Daha sonra da arka bahçesi ormana açılan Almanya Karaormanlar’daki günler geliyor.
O zaman anneannenizin Küçükyalı’daki evinde geçirdiğiniz günleri anlatır mısınız?
Beş yaşlarımdayken babam Almanya’da St.Blasien Sanatoryumu’nda, doktor olarak işe başladı. Almanya’ya önden gidip dil kursuna katıldı. Annem, ben ve kızkardeşim de o geçiş dönemini anneannemin ve dedemin yanında geçirdik. İşte o zaman ağaçlar ve çalılarla yakın ilişki kurmaya başladım. Hatta daha önce bitkilerle iletişimimin olmadığını söyleyebilirim, ilk bir bitkiyle iletişimim anneannemin evinin solunda yer alan ateş dikeniydi Pyracantha coccinea. Küçük bir çalı türü olan bu ağacın dikenlerine rağmen yanaşıp, kırmızı meyvelerini avuç avuç yerdim. Yeni yeni doğayı keşfettiğim bu dönemde arka yan bahçedeki komuşunun bahçesine gizlice girip, çam fıstığı ağacının kozalaklarını toplar, çam fıstıklarını çıkarır, taşla kırıp içindeki fıstığı ve zarını severek yerdik. Yani Ankara’daki apartman dairesindeki hayatımdan çıkışım anneannemin Küçükyalı’daki bahçeli evine oldu.
5 yaşında bir çocuğun anneanne bahçesinde geçen günleri… Eminim sizin için çok keyifli bir dönem olmuştur. Anneannenizle o günlerden aklınızda kalan kareler neler?
Anneannem savaş dönemi insanı olduğu için hiçbir şeyi atmayı sevmeyen ve tekrar kullanan çok tutumlu bir kadındı. Evinin alt katında bir teras vardı, orada daha önce kullanılmış tenekeleri saksı olarak değerlendirirdi. O saksılarda çok acı kırmızı biberler yetiştirirdi. O kırmızı biberleri bir cesaret ısırıp gözlerimden yaşlar geldiğini ve bunu bir iki kez yapıp o işten vazgeçtiğimi hatırlıyorum.
En unutamadığım anım ise anneannemin bana basit bir yöntemle hayatın döngüsellikten oluştuğunu öğretmesi oldu. Bahçede; şeftali ağaçları, muşmula ağaçları, kiraz ve vişne ağaçları gibi envai çeşit ağaç vardı. Gün içinde kakam geldiğinde anneannem her bir ağacın altına rotasyonla tuvaletimi yaptırırdı. Yani o geçirdiğimiz bir kaç ay içinde, ben ağaç ağaç dolaşarak bahçedeki tüm ağaçları gübreledim.
1975 yılında Küçükyalı müstakil evler ve bahçelerinden oluşan güzel bir mahalleydi. Anneannemin evine çok yakın Roma Sarayı veya Hamamı kalıntısı vardı. Kalıntıda dehlizler ve üzerinde koştuğumuz çayırlar vardı. Orada bulduğum ve çok sevdiğim sokak köpeklerinden birini eve getirip bakmıştım, ismini de Miniş koymuştum. Almanya’ya gidene kadar ona baktım.
Almanya’ya gidişiniz nasıl oldu?
Aslında Almanya’ya kadar anneannemin evi de dahil doğada yaşadım denemez. Önce apartman günleri, sonra da kentsel bir alan, belki o dönemde sayfiye olan bahçeli bir ev. Doğa ile esas hikayem 5 yaşında Almanya’da başladı diyebilirim. Almanya’da St.Blasien kasabasında ormanın kıyısında Luisenstrasse 11 adresinde büyük bir köşkte yaşadık. Burası solunum hastalıklarından kurtulmak için gelinen Klinik St.Blasien yani Sanatoryum’un lojmanıydı. Lojman dediysek öyle sıradan bir lojman değil, Haus Pohlau önceleri Osmanlı paşaları, Arap şeyhleri, Rus asilzadeleri gibi önemli tüberküloz hastaları için özel yapılmış hastahane binasıymış. İlk katta biz, ikinci katta başhekim, ve en üst katta bir başka doktor otururdu.

St. Blasien Kasabası Almanya’nın Karaormanlar Schwarzwald bölgesinde doğa ile iç içe bir vadiye konuşlanmıştı. Ancak gerekli her imkanı vardı; 2 bankası, 1 alışveriş mağazası, restoranı, oteli, belediye yüzme havuzu, ayakkabıcısı, fırını, çiçekçisi dahil her türlü dükkanı olan bir kasabaydı. Evimiz kasabanın Kuzeydoğu yamacında bulunuyordu, köye ve Almanya’da geniş kubbesiyle meşhur Dom Sankt Blasien ve Kolleg St. Blasien yatılı lisesine tepeden bakıyordu. Kasabanın ortasından içinde alabalıkların Forelle olduğu Alb çayı akıyordu. Sık sık gidip köprüden ekmek atarak alabalıkları beslerdik.

Evimizin solunda ise büyük bir mera vardı. Meradaki otlar uzayıp benim boyuma vardığında kesilip, balyalanıp atlara saman olarak götürülürdü. Otlar uzayıp boyumu aştığında labirent gibi olurdu. İçine girip kaybolduğum, yatıp ve gökyüzünü izlediğim bir labirent. Ev ormanın kıyısındaydı, arka bahçe kapısından çıktığın gibi kendini ormanda buluverirdin.
“Yasak Meyve: Cehennemden Çıkış“ adlı kitabınızın “Orman Kanunu” bölümünde “Okul çantamı kapıdan anneme verip, soluğu ormanda alıyorum” diye başlayan bir bölümü var. Buradaki yaşantınızdan mı esinlendi o yazı? Ormana kıyısı olan bir ev; çocukluk dönemi için keşiflerle, anılarla dolu olsa gerek.
Evet buradaki yaşantımdan esinlendim. Çok doğru, bir çocuk için keşif dolu, ve haliyle keyifli yıllardı. İnsanların çocukluk döneminde doğa ile iç içe olduğunda, doğaya olan bağlılığının ve sevgisinin arttığını söyleyen araştırmalar var. O dönemde ormanın içindeki çeşit çeşit hayvanları ve bitkileri kendi doğalarında keşfetme imkanım oldu. Orman, içindeki varlıklarla beraber ona saygı duymamı sağlarken, benim yaşlarımda bir çocuğun da hayal dünyasını geliştirmek için büyük olanak sağladı.
Evimizin hemen yanı başında, çileklerinden nefis marmelatların yapıldığı bir tarh vardı. Yabani tavşan o kadar boldu ki, çilek tarhı içine girmesinler diye telle çevriliydi. Tarhın önünde dalları yerlere kadar inen büyük, ulu bir ladin Picea abies ağacı vardı. O uluağacın dallarının arasına girince bana çadır olur, merdiven gibi dallarından yukarı çıktığımda ise kule olurdu. Bu dallardan en tepeye çıkınca tüm yamacı görebilirdim. O ağaç benim için; bir çadır olduğu kadar şato, kule olduğu kadar bir füzeydi, bir uzay gemisiydi.
O ladin ağacının arkasında da tüm bahçenin kullandığı dev bir kompost yığını vardı. Arkadaşım Ralf ile bu kompost yığının tepesine bisiklet ile çıkıp kendimizi aşağı bırakıp bütün gücümüzle pedal çevirir ısırgan otlarını sıyırır geçerdik. Tabi bir iki denemelik maceradan sonra o ısırgan otlarının ortasına şort ve kısa kolluyla uçtuğum günü de hatırlıyorum. Doğanın şahane ve olağanüstü bir varlık olmasının yanı sıra saygı duyulması ve çok da oyun oynanmaması gereken bir yanı olduğunu da böylece anladım.
Ormanın içindeki en değerli şeylerden biri de yaban mersinleriydi Vaccinium myrtillus. Her tarafımız mosmor olana kadar ormanda yaban mersini yerdik. Köylüler de mevsiminde toplanıp hasada gelirdi. Bazıları kolay toplamak için metal taraklı kürekler kullanırdı. Ben de tek tek toplamak yerine kolayına kaçıp bunlardan istediğimde, başhekimin eşinin bunun yanlış olduğunu ve bitkilere zarar verdiğini söylediği aklımda kalmış. Bitkilere kendi isteklerimiz için zarar vermenin yanlış olduğunu o vesile ile öğrenmiş oldum…
Ormanın içinde hafif mağaramsı kayalık alanlar bulunurdu. Bazen yalnız, bazen arkadaşım Ralf ile beraber giderdik buralara, mağaranın önüne taşlar dizer, kale yapar, sonra onu savunurduk, veya o mağaraya düşmandan kaçıp sığınan silahşörler olurduk.
Ormanda içi oyulmuş ulu bir göknar ağacının gövdesini keşfetmiştim. Mis gibi yemyeşil yosunlarla kaplı bu gövde sanki ormanın içinde bir fıçı gibiydi. Bugün bile burnumda olan yosun ve çürümüş ağaç kokusu vardı. Gövdenin içine girip, gözümü pencere gibi açık budağına dayardım. O pencereden saatlerce ormanı seyrederdim. Önümden geyik sürüleri, porsuklar, tilkiler, sincaplar, tavşanlar geçerdi. Binbir çeşit hayvanın yaşadığı ve birbirini yaşattığı o ormanda her seferinde yeni bir şeyler keşfediyordum. Bir tek en büyük hayallerimden biri olan “ormanda yaşayan şirinler, şirinbaba ve şirineyle” karşılaşmadım diyebilirim.
Şimdi dönüp baktığınızda St. Blasien Kasabası’na ve sakinlerine has ne gibi özellikler hatırlıyorsunuz?
İlk aklıma gelen şey yürüyüş ve yürüyüş yolları…

Babamın başhekimi ve eşi köpekleri ile birlikte hergün istisnasız yürüyüşe çıkardı. Benim de en hoşuma giden şeylerden biri bu yürüyüş yolunda yürümekti. Yürüyüş yollarında eğer su kaynağı varsa orada ayaklarınızı serinletmek için içine merdivenle girilip çıkılan ince uzun havuzcuklar bulunurdu.
Ayrıca sanatoryumun önünden yokuş yukarı bir kilometre kadar yol giderdi. O yaşta benim için çok uzun bu yolun sonunda da bir ödül vardı. Yaban hayatı koruma alanı Wildgehege olarak bilinen, telle çevrilmiş bir alanda yaban domuzları ve geyikler bulunurdu. Bu alanda 1 Alman markı ile kutuda mısır aldığımız otomatlar olurdu. O mısırlarla tellerin arasında beslenme yeri olan hayvanları beslerdik. Hayvanları beslemek için harçlığımdan para biriktirirdim. Şimdi düşününce çok güzel bir sistem kurduklarını düşünüyorum. Hem insanlar hayvanları besleyerek mutlu oluyorlardı, hem de yem satışından elde ettikleri gelirle alanın bakımını yapıyorlardı.
Bu güzel vadide 3 yıl yaşadıktan sonra 8 yaşında Türkiye’ye döndük…