Söyleşi: Gamze Nokay
Siz 2001 yılında Türkiye’nin ilk kitle kaynak platformu olan KusBank.org’u kurdunuz, 2002 yılında ise BirdLife’ın Türkiye temsilcisi olan Doğa Derneği’nin kurucu başkanlığını yaptınız. Kuş gözlemciliği hayatınızda önemli bir yer tutuyor. Palas Tuzla Gölü civarında kuş sayımı yapmaya nasıl başladınız?
Beni Palas Tuzla Gölü’ne götüren yol Çukurova Deltası’nda başladı.16-17 yaşlarımda Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde gönüllü çalıştığım dönemde The Working Group International Waterbird and Wetland Research (WIWO) ile DHKD’nin Çukurova Deltası’nda kuş araştırmaları yaptığını öğrendim. Bunun üzerine gönüllü olup Kayseri’den Çukurova’ya geçtim. Bu uluslararası grupta bulunan 3 Türk’ten biri bendim. Diğerleri de o dönemde Hacettepe Üniversitesi’nde biyoloji bölümünde öğrenci olan Bünyamin Bozkuş ve Gürdoğar Sarıgül idi. Su kuşu göçünü tam anlayabilmek için Çukurova’da yürütülen çalışmaların ikinci aşamasına Palas Tuzla Gölü ve Sultan Sazlığı civarında devam edilmesine karar verildi. Çalışmalar daha sonra kuzeye doğru devam ederek 1992 yılında Kızılırmak Deltası’nda son buldu.
Çukurova WIWO çalışmasından sonra ben önden yalnız olarak çalışmalara başladım. Palas Tuzla Gölü ve Sultan Sazlığı civarı su kuşları durağı olduğu için, kışın Tuzla Palas’a gidip kamp kurmaya ve su kuşu sayımları yapmaya başladım.
17-18 yaşlarında doğa ile başbaşa kamp günleri nasıldı?
1986-1987 kışı boyunca su kuşu sayımları için her cuma akşamından gölün batı kıyısındaki Ömürlü Köyü’ne gittim. Yanıma köyde bulunmayan taze meyve, çay gibi gıda ürünlerini de alıp Ömürlü Köy İmamı’nın evinde misafir olarak kalırdım. Kışın gölün etrafını dolaşır su kuşlarını sayardım.
Bir yaz da, yaklaşık 1 ay kadar süreliğine kampa gittim. Kampın yeri Yertaşın Pınar’ın hemen altındaydı. Yertaşın Pınar; etrafında sürülerin gezip su içtiği, koyunlar ve keçilerin sağıldığı harika bir yerdi. Pınardan taşan sular, pınarın hemen altında bulunan yarım ay şeklinde seddelerde birikirdi ve hayvanlar oradan su içerdi. Yertaşın Pınar’da çok güzel yapay bir sazlık oluşmuştu.
Buradaki kamp günlerimde kullandığım tüm kamp malzemelerini TRT belgeselinde danışmanlık yaparak kazandığım ilk para ile almıştım. Kampa başlamadan önceki dönemde; Kızılırmak ile ilgili TRT’de bir belgesel çekiliyordu ve ben de bu belgesele danışmanlık yaptım. O çalışmadan kazandığım ilk para ile sırt çantası, uyku tulumu, mat ve çadır aldım.
Kamp yapanlar bilir kaldığınız yere ve koşullara göre kampta çeşitli çözümler bulursunuz. Bulunduğum yerde gece ile gündüz arası yaklaşık 20°C fark ediyordu. Ben de yeşil izci çadırımla kurduğum kampın yanında büyük kapaklı bir kovayı yerin altına gömüp, etrafını ve üstünü muşamba ve taşlarla kapatıp kendime buzdolabı yaptım. Ailem her hafta sonu yiyecek takviyesi yapardı. Bazen de çadırı açınca bir bakraç yoğurt bulmak gibi sürprizlerle karşılaşırdım. Yoğurdu yedikten sonra boş bakracın geldiği gibi ortadan kaybolması süprizin bir parçasıydı :).
Sabahları genelde 4:30 civarında gelen koyunlarla uyanıyordum. Koyunlara eşlik eden kangal köpeği gelir gelmez çadırın, tam da başımı koyduğum köşesine, çişini yapıp beni uyandırırdı. Ben de elimde su bidonu söylene söylene çadırı yıkardım :).
Herhangi bir araç olmadan kuş sayımını nasıl yapardınız? Kendinize nasıl bir yöntem kurguladınız?
Tarla Kuşları’na dair araştırma yapmak için belirlediğim bir yürüyüş alanım vardı, lslak Çayır ve Tuzlu Çayır alanlarını yürüyerek haritaları işleyerek inceledim. Küçük Boğmaklı Toygar, Bozkır Toygarı, Tarla Kuşu, Tepeli Toygar gibi yaklaşık 4-5 çeşit tarla kuşunu bu çalışmada saydım.
Sabah 05:00 gibi başlayıp, akşam 20:00’ye kadar gölün etrafındaki 45 km’lik mesafeyi yürüyüp kuşları sayıyordum. İki günde bir yaptığım bu yolculuk, kimi zaman sabah 5°C soğukta başlardı. Sonra gün ilerledikçe ısınan hava ile, üstümden bir katman kıyafet çıkarır yeşil ordu sırt çantama koyardım. Bu uzun yürüyüşlerde omuzumda da teleskop, dürbün ve yanımda sandviçim olurdu.
O bölgede sadece ben ve çobanlar vardı. Çobanlar zaman zaman bana tezeklerin üzerinde kararmış çaydanlıklarda demledikleri kömür siyahı çay ikram ederlerdi. Hiç unutmam, Mehmet diye bir çoban vardı, özellike o beni çaya çağırırdı.
Bir süre sonra bu yürüme işi canıma tak etti. Bu güzergahı kat etmem için bir gün eşek istedim, bunun üzerine bana siyah güzel bir eşek getirdiler. Amacım eşeğin üzerinde sayım yaparak devam etmekti ancak umduğum gibi olmadı ve eşek bir türlü hareket etmedi. Hatta zar zor ilerlediğimiz yolda önümüze çıkan kanala geldiğimizde kanalı geçerken eşek beni tepetaklak etti. Tekrar yola koyulduğumuzda karşımdan bir Anadolu kadını dört nala geliyordu. Hemen kadını durdum ve nasıl böyle gittiğini sordum. Kadın “eşeği dövmezsen gitmez” dedi ve elindeki sopa ile benim eşeğime öyle bir vurdu ki, benim eşek de hızla yola koyuldu. Ancak bir süre sonra eşek yine durdu, hareket etmesi için benim de eşeğe vurmam gerekiyordu. Tahmin edeceğiniz gibi ertesi gün eşeği iade ettim ve tekrar yürümeye koyuldum. Belki de hayvan köleliği ile ilk tanışmam orada oldu. O zaman böyle adlandırmasam da duygusal olarak bende yer etti ki, hala anlatıyorum bu anıyı.
O günlerden unutamadığınız anılarınız eminim olmuştur…
Bir seferinde hiç unutmuyorum bir tipinin içine düştüm, tipiden zar zor çıktığımda bir farkettim ki eldivenlerimin içinde ellerim buz tutmuş ve hareket etmiyorlardı. Göz kapaklarımda resmen minik minik sarkıtlar vardı. Tam bir kutup kaşifi gibiydim o gün :) Hiç unutmam o tipinin içinde Kızıl Bacak’lar küçük bir koya sığınmıştı ben de onları sayacağım diye neredeyse donuyordum.
Sürüler ve kangal köpekleri de çok ilginçtir, kangal köpekleri sürünün etrafında daire çizerek tehlike olup olmadığını anlamak ister. O dairelerden birine denk geldin mi yapman gereken yere oturup beklemek ve kangal ile göz teması kurmamak. Böyle bir durumda kangal da karşına yatar ve yaklaşık iki saat öyle oturursunuz. Ta ki çoban gelip seni kurtarana kadar. Bir gün yine göl kıyısında kuşları sayarken iki iri kangal at gibi yan yana bana doğru koşuyorlardı, ben korkuyla yere oturdum, başım önde bekliyorum. Kangallar etrafımdan ikiye ayrılıp koşarak yollarına devam ettiler. Herhalde çok önemli bir işleri vardı, ben tınmadılar.
Yıllar sonra Göksu Deltası’na geri döndüğümde şaşırtıcı bir şekilde Çoban Mehmet’i tekrar gördüm ve kendisine doğru hızla koşmaya başladım. O da tabii beni görünce çok sevindi. Kucaklaştık ve o anda birden kulağımın dibinde büyük bir ses duydum. Sağa doğru bakınca bir koca kangal köpeğinin yerde yuvarlandığını gördüm. Kangal beni tanımadığı için çobana birşey yapacağımı sanıp beni boğazlamak istemiş. O esnada Mehmet elindeki demir topuzlu asası ile kangala vurmuş, duyduğum ses de o anda hayvana vurması ile çıkan sesmiş. Sonuçta boğazlanmaktan belki ölümden döndüm diyebilirim.
Ömürlü Köyü’nde kaldığım dönemde kış sonu su kuşlarını saydığım bir gün dürbünümle Kılıçgaga’ları izliyordum. Bir anda güm güm diye iki ses duydum. Gözümün önünde iki Kılıçgaga da kanlar içinde devrildi. Hemen arkada bir avcı gördüm ve nevrim döndü. Avcıya hızlı bir şekilde koşup “Sen ne yapıyorsun? Bu kuşları vurmaya ne hakkın var?” diye bağırdım. Adam da tüfeğini doğrultup bana “Ben adam da vururum” dedi. Bunun üzerine iyice çileden çıktım, yakaladım adamın namlusunu, çektim kendime, dayadım karnıma… “Aldığın gibi o canları hadi bunu da alsana” diye bağırdım bunun üzerine adam durdu ve tüfeği yavaşça çekip kırdı. Kolunun altına aldı ve “Ne istiyorsun benden?” dedi. Bir daha koruma altındaki canları vurmaması için yemin etmesini istedim. “Yemin ayakta olmaz” dedi, gömenin içine bağdaş kurdu. Ben de onun karşısına. Koruma altındaki türleri bilmediğini söyleyen avcıya cebimden Merkezi Av Komisyonu Kanunu kitapçığını verdim. Sonra yemin etti.
Yani Tuzla Palas birkaç kez kez canıma kast etti.
Doğa ile bu kadar iç içe geçen bunca zamanda, insan doğa ile bir olduğunu daha açık bir şekilde hisseder mi?
Tabii bunu her an hissediyorsunuz, üşürken, sıcaktan pişerken, nefes alırken, acıkınca… ancak bazen de bu daha derinden olabiliyor. Birgün Yertaşın Saz’ın yarım ay seddelerine kuş sayımı için değil sadece bir yürüyüş için gittim. Şiddetli bir rüzgar esti, sazlar eğildi, ben de rüzgardan sığınmak için seddenin dibine oturdum. Rüzgar hafifledi, sazların sesi tatlı bir hışırtıya döndü… sazların arasında sakarmekeler ve saz tavukları çağırmaya başladı. Sonra bir saz bülbülü ötmeye başladı… biran daldım gittim, saz oldum, bülbül oldum, esen rüzgar oldum, bir oldum, sanıyorum transandantal deneyim dedikleri bu olsa gerek… esasında bir bütünüz doğa ve biz, ayrı değil, ayrı olmadığımızı anladığımız anlamda belki zarar vermeyi bırakır, uyumlu bir fert oluruz.
Şimdi dönüp baktığınızda Tuzla Palas Gölü sizin için ve coğrafi özellikleri açısından bizim için ne ifade ediyor?
Tuzla Palas Gölü olağanüstü bir doğa harikasıydı, oraya aşık olduğumu söyleyebilirim. Kızılırmak Nehri hemen batısından akar ve onu bir fay hattıyla yükselmiş bir dağ silsilesi ayırır. Kapalı Tuzla Gölü Havzası’na da etraftaki derelerden akıntılarla sular gelir. O fay hattı boyunca da Tuzla Palas Gölü’nün batısında herhalde her 200-250 metrede bir su kaynardı.
Yertaşın Saz da doğudaki en büyük kaynaktı. Tuzla Palas Gölü kapalı bir havzaydı ve bu kaynaklardan akan derelerle besleniyordu. Aşırı bir buharlaşmayla birlikte ciddi bir şekilde tuz çökelleri oluşturdu, bunun için orada zamanında bir tuzla işletilmiş. Hatta Tuzla’dan elde edilen tuzların Rusya’ya ihraç edildiği söylenenler arasında.
Tuzla Palas, kuş çeşitliliği bakımından gerçekten olağanüstü bir yerdi. Bir gün hatırlıyorum Yertaşın Sazın hemen güneyinde yer alan bir volkanik kaya silsilesi vardı onun tepesinde bir tilki peşinde de 2 saksağan. Saksağanlar tilkiyi önlerine katmışlar kovalıyorlar.
Yine başka bir gün Tuzla Palas Köyü’ne bir kış günü ana yoldan gölün güneyinden göle inerken karların üzerinde 16 bireyden oluşan bir kurt sürüsü gördüm. Kurtlar tek sıra halinde inanılmaz bir hızla karların üzerinde koşarak ilerliyorlardı. Beni görünce bir an durdular ve sonra hızlı bir şekilde doğuya doğru doğru çark ederek kayboldular. Bu benim hayatım boyunca Anadolu’da gördüğüm en büyük kurt sürüsüydü ve olağanüstü heyecan vericiydi. Şu anda bile o anı,en ince ayrıntısına kadar kurtların karın üzerinde koşarken karın havaya sıçramasına kadar neredeyse bir film şeridi gibi gözümün önünde.
Tuzla Palas Gölü’nü bir kere keşfettikten ve kıymetini yaşayarak deneyimledikten sonra orayla bağınızı nasıl devam ettirdiniz? Ayrıca dönüp baktığınızda bölgenin mevcut durumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Tuzla Palas Gölü’nün bu derece güzel bir alan olduğunu gördükten sonra Kayseri’ye doktora sonrası Erciyes Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünü kurmak üzere döndüğümde yaptığım şeylerden bir tanesi hemen yine Tuzla Palas Gölü’ne gitmek oldu. O zamandan bu zamana çok bir şeyin değiştiğini söyleyemem. Zannediyorum ekonomik açıdan önemli olmayan ve nüfus yoğunluğu da düşük olan yerlerde genellikle zamanın akışı da yavaş oluyor bunun etkilerinden biri de bu bölgelerin biraz daha daha iyi korunmalarıdır. Tuzla Palas Gölü’nü de aynen sanki bıraktığım gibi buldum diyebilirim.
Bu durum bir yandan da acı; çünkü buranın kuşlar açısından ne kadar önemli bir yer olduğuna bilimsel makaleler ve araştırmalarla ile ortaya koyduk. Dolayısıyla böyle önemli bir gölün daha ciddi bir şekilde koruma altına alınması gerekirdi. Buraya insanların sıklıkla gelerek kuş gözlemleyecekleri uygun bir tesis yapılabilirdi. Bu tesis, dünyaya duyurularak oradaki gölün güzellikleri anlatılabilirdi. Gelen ziyaretçiler üzerinden de bir gelir model oluşturularak sistemin korunması sağlanabilirdi.
Ancak ne yazık ki insanlar yeni bir şeylerin peşinde koşmak yeni fikirlerle ortaya çıkarıp topluma ve yaşadığı yere katkı vermek yerine etraflarında gördükleri normları devam ettirmeyi ve toplumun onlardan beklediklerini yapmayı tercih ediyorlar. Bu davranış biçimi kültürel nedenlerle mi yoksa eğitim sistemi yüzünden mi oluyor bilmiyorum; ama sonuç olarak böyle bir girişimcilik ruhunu Tuzla Palas Gölü ve çevresinde görmediğimiz aşikar.
Bu durum bana National Geographic Dergisi’nde Anadoludaki Aktif Volkanlar yazısı için Türkiye’deki aktif volkanları gezdiğim dönemi hatırlattı. Bu gezide Tendürek Dağı’na tırmanıp kratere kadar çıktığımda sürülerini güden bir çobanla karşılaştım ve bana buraya 20 yıldır gelen ilk beyaz insan olduğumu söylemişti. Van Gölü’nün kuzeyinde bir yanardağın tepesinde 20 yıldır ilk kez ayak basan beyaz adam olarak gerçekle yüzleştim. Tuzla Palas Gölü’ne onca yıl sonra gittiğimde durum pek farklı değildi, herhalde o zamandan bu zamana tekrar ayak basan tek beyaz insan bendim. Beyaz insan herhalde dışardan gelen kaşif, sömürgeci gibi bir şey ise, gelmiyor oluşu iyi bir şey. Zamanı yavaşlatıp, gelişmeleri doğaya ve kültüre zarar vermeden sindirerek hayata geçirmek.
Tuzla Palas bölgesinde kayıt altına alınan başka ne gibi çalışmalar yürütüldü?
Yıllar sonra, 2000 yılında tekrar Tuzla Palas’a geldiğimde artık Erciyes Üniversitesi Çevre Bilimleri Anabilim Dalı öğretim üyesiydim ve üniversitede ErKuş, kuş gözlem kulübünü kurdum. Kulüp üyeleri ile birlikte üniversitenin bize sağladığı araçla Tuzla Palas Gölü’ne gidip orada kuş gözlemi yapıyorduk.
Sonra Avrupa Kuş Gözlem Konseyi’nin (EBCC) yönetim kuruluna girince, Avrupa genelinde bir Kuş Atlası yapmak istedik. Bunun için Kayseri’de Erciyes Dağı’nda ve Tuzla Gölü çevresinde düzenli seyahatler yaparak ve atlas metodu kullanarak hem Erciyes Dağı’nın hem de Tuzla Palas Gölü ve çevresinin atlasını yaptık. O çalışmalar sırasında kuş gözlem kulübünün çok çalışkan 2 üyesi olan Behiye Yılmaz ve Serkan Yılmaz GEF-SGP’den destek aldılar. Serkan ve Behiye, doğa belgeselleri üzerine DoğaBel adlı bir dernek kurarak Tuzla Palas Gölü’ne dair ayrıca “Bir Çift Kanadın Peşinde” isimli nefis belgeseller çektiler. Onlara Nalan Sakızlı ve Enis Rıza Sakızlı ile beraber danışmanlık yaptım hatta belgesel kitabına bir önsöz de yazmıştım. Ömürlü Köyü’nde başlayan macera sonunda gördüğüm en güzel şey o belgesel ve kitabı oldu.