Çocukluk yıllarına dönüyor, ormanın oyun alanı ve keşiflere rehber olduğu günlere… Ormanın içindeki patikalarda gezinirken, yıkılmış dev bir göknarın kökünden fırlayan iki sincap gördü. Nereden çıktıklarını anlamak için ilerledi. Ne görsün? Kökün içi tamamen oyuk, aynen bir fıçı gibi. İçi mis gibi çürümüş odun kokuyordu. Yosunlar kaplamış iç duvarlarını, yumuşacık dibi. İçine atladı, saklandı, burası artık onun gizli sığınağıydı. Kimse bulamazdı onu burada. Başını kaldırınca sadece gökyüzü görünüyordu. Gövdedeki budaklardan birini usulca itti ve ormana minicik bir pencere açıldı. Gözünü deliğe dayadığında ise insandan kaçan orman ahalisi kaygısızca önünde resmi geçit yapıyordu. Daha önce hiç görmediği porsuk, tilki ve sansarın varlığını keşfetti. Sadece kaçarken kuyruğunu gördüğü tavşanı ve sabahın erken saatlerinde ormanın sınırındaki çayırlıklarda gördüğü karacayı doya doya izledi. Ormanın içinde, sadece yaprakların hışırtısını duyduğu bu sakin kovukta, düşündü … keşke insanı da bu göknarın kökü kadar, ormanın barışçıl ve olağan bir parçası olarak görebilseler … ne yaptık biz de, saklanmak gerek?
Gençlik yıllarına dönüyor, canlıların değil artık onların yaşam alanlarının da bizden kaçtığı günlere… Yorgunluktan şişmiş ayaklarını dinlendirmek üzere toprak seddenin üzerine çöktü. Bozkırın üzerinden ılık ve tozlu bir akşam rüzgarı sazlıkları yalayarak tepelere doğru esiyordu. Seddenin arkasında birikmiş suda yaşam bulmuş sazlar rüzgarla ıslık çalıyordu. Büyük Kamışçın kahkahalardan oluşan şarkısını yaşam sevinciyle haykırıyordu. Seddenin üstünden baktığında sazların arasında açan nilüferlerin üstünde dolaşan su tavukları, yelveler ve su kılavuzlarını gördü. Yaşam köylülerin bir kaynak önüne yaptığı hilal şeklindeki sedde ve biriken sular sayesinde patlamıştı… göletten su mandaları yanında daha pek çok başka canlı faydalanmıştı. Tozlu rüzgar başını okşarken seddeye çöktü, düşündü … keşke devlet de köylüler gibi yaşam verebilse toprağa suyla, oysa kurumuş Anadolu’nun “sulak” alanları, tuzlanmış toprakları … ne yaptık biz de, suyu şişede almak ve yaşam veren su için yalvarmak gerek?
Orta yaşa vardığı yıllara dönüyor, doğal yaşam alanlarının ve barındırdıkları türlerin bizim merhametimize kaldığı günlere… İş çıkışı şehrin büyük bir parkında kanepeye oturdu ve önünden akıp giden koşucu ve yürüyüşçülere baktı. Şehirde kalan tek yeşillikte ter atıyorlardı. Hiçbirisini tanımıyordu. Büyük şehrin içinde birbirlerine karıncalardan bile daha yabancıydı bu insanlar. Hepsi tatili iple çekiyordu, uçağa atlayıp kentten çok uzaklara doğanın bağrında insan olduklarını hissedebilecekleri bir yerin özlemiyle. Uzaktan şehrin uğultusu ve arabaların korna sesleri geliyordu, trafikten gelen egzozla ağaçların yaprakları sararmıştı. Uykusuz çalışmak için içtiği sayısız kahve ve çaydan sararan dişleri aklına geldi. Yüzünü buruşturdu, bacak bacak üstüne attı, düşündü … keşke insanlar doğanın hala var olduğu yerlerde doğa ile uyumlu yaşayabilseler, oysa kentler gitgide yayılmış, yutmuş etrafını, geride gitgide yoğunlaşan tarım alanları… ne yaptık biz de, artık insanın yönetmediği gerçek bir doğa görüp rahatlamak için bin kilometre yol gitmek gerek?
Artık elinin ayağının tutmadığı bu yılda, ölümü bekliyor, doğanın verdiği dersleri uzun uzun düşündüğü günler bunlar … Ne yaptığımızı gördü. Nasıl bitmez tükenmez sandığımız toprağı yuttuğumuzu ve her yeri kendi üretimimize ve yaşamımıza köle ettiğimizi. Toprağı başka canlıların elinden alıp, kendi zevkimiz için parklaştırdığımızı. Aşırı tüketim sonucunda gezegenin yaşam destek ünitelerinin, nasıl yavaş yavaş işlemez hale geldiğini. Bu günlerde aynen kendi gibi biyosferi hayatta ve ayakta tutmak git gide zorlaştı. Gözlerini kapatırken ne yaptığımızı anladı, ama niye yaptığımızı anladı mı?
Öğretecek çok şeyi var Doğa’nın, ne yaparsak sonucu ne olur? Ancak yapmadan ve etmeden, yanıtını kendi içimizde ve toplumumuzda bulmamız gereken daha önemli bir soru sormak gerek!
Niye?